19 Mart 2007 Pazartesi

Cinimin Elleri

cinim panayır yerleri gibi olabilir bazen. renkten renge dönüşebilir. rengarenk kurdelaların sarıldığı kocaman bir direk gibi gülümseyebilir bana. ama en çok elleriyle eğlendirir. elleriyle bana geçmişin güzel günlerinden bir albüm hazırlar ve tek kişilik bir oyun gibi sergiler. ama iki elin rol aldığı bir tek kişilik oyun...

geçen akşam yorgun, biraz üzgün, biraz da haksızlığa uğramışım gibi, kendisini zar zor merdivenlerde sürükleyen boş bir çuval gibi eve geldiğimde cinim beni kapıda karşılamadı.
hah işte dedim, zaten kimim var ki şu hayatta... doğruca banyoya gittim ellerime doldurduğum bir avuç suyu yüzüme çarpıp süzülen suları eviyeye akıtarak aynaya doğru kaldırdım gözlerimi... ki ne göreyim:
cinim aynaya gizlenmiş beni bekliyor. nedir dedim, gözleriyle otur dedi, aslında benim gözlerim onlar... kirli sepetini çekiverdim lavabonun önüne ...

ayna bir anda öyle parladı ki, banyoda ayna dışında hiçbir şey görünmez oldu. tam bir seyir odası gibiydi. 16:9 formatında bir sahneye bakıyordum artık. parlak sahneye sağdan bir el girdi. ama el dediysem öyle bildiğimiz ellerden değil, yani cininiz yoksa, el dediğimde ne anlatmak istediğimi anlamanız biraz zor. yani cinimin eli olan o şey girdi sahneye. avuç içi diyebileceğim bölgesini bana doğru kaldırdığında helezonlar içinde rengi mora çalan bir cenin çıktı ortaya. o cenin annemin karnındaki bendim. oradaki duruşuma bakılırsa doğum yakındı. annem bir eliyle karnını, karnının başıma denk gelen kısmını tutuyor, aslında tutmuyor okşuyordu. küçük küçük hareketlerle. etrafımdaki helezonik dalgalanmayı annemim bu şefkatli darbeleri yaratıyordu. annem benimle konuşuyordu. ya da ben öyle anlamak istiyordum. of şu babam ne umursamaz bir adamdı. bak yine almamıştı annemin istediği leğeni. iki üç güne kalmayacak doğacaktım. nasıl yıkanacaktım? anlamıyordu ki bu adam, ona kalsa her şey çok kolaydı. Olur, olur o da olur hanım, demekten başka bir şey bilmezdi. annem olmasaydı zor olurdu onca şey ya neyse…
annem mutlu görünüyordu. bir eli karnında diğer eli ocaktaki çorbadaki kepçede. böyle karıştırmak lazım bunu, kaynayana kadar karıştıracaksın yoksa süt kesilir. bir yandan konuşuyor, babama kızıyor, yemek tarifi veriyor, arada sırada da bir türküye ortasından başlayıp yarıda kesiveriyordu. hep aynı sıra ile: umursamaz adam, tuzunu az koy ki…, ♪ağzı fındık burnu kahve fincanı♪… sıra babama geldiğinde ses tonu azıcık sertleşiyor, tekrar etmekten bıkmadığı sözcükler daha bir bastıra bastıra dökülüyordu ağzından…

sonra sahneye diğer elin başparmağı girdi: o hoo, dedi babam, daha yemek pişecek de karnımızı doyuracağız. ay ödümü kopardın, dedi annem, e anca işte tüm gün üç çocuğu okula gönder, temizlik yap, şu halimle anca yetişiyorum… hizmetçi tutayım ben sultanıma, dedi babam. tek eliyle anneme sarılarak, daha doğrusu elini annemin karnındaki elinin üstüne koyarak. bir de kulağının altına bir öpücük kondurarak. annem biraz şaşırmış, biraz da utanmış gibiydi. bu beklenmedik manevradan memnun olmuştu. ama çabuk toparladı kendisini, aman in sırtımdan, canım çıktı zaten. bak hala almadın bir leğen. amaan dedi babam, leğen yoksa bulaşık kabında yıkarız biz de, bir de senin gibi kara olursa basarız çamaşır suyunu… aman git başımdan allah aşkına dedi annem, babamın diğer elindeki küçücük plastik küveti göremiyordu. babam mavi küveti annemin başına şapka yaptı. kafasındakinin ne olduğunu anlayamayan annem, dur dur, ne o, ne koydun kafama? diye babama doğru döndü ve iki eliyle leğenden şapkasını tutup gözlerinin hizasına getirdi. aaa diye bir çığlık attı. bir yandan çok mutlu olmuş diğer yandan da sabahtan beri babamı bana çekiştirdiği için belli belirsiz bir utanç içinde gibiydi. ama yine çabuk toparlandı, eh bu kadar kolay işte, niye kırk kere söylettin ki? bak ne güzel almışsın, delik olmasın bu iyice baktın mı sağına soluna… artık bundan sonrası annemin hem mutluluğunu hem de suçluluk duygusunu bastırmak için kurduğu uzun uzun cümlelerdi. babam sadece gülerek dinliyordu annemi…
sonra birlikte, biraz da birbirlerine fazlaca yaklaşarak, leğen sağlam mı diye bir kalite kontrolüne giriştiler. arada sırada annem kıkırdıyor, yapma ama aaa, diyordu. sonra annem ve ben olan cinimin elinden üç parmak daha girdi mutfağa gelecekteki kardeşlerimi gördüm. onların hiç görmediğim çocuk hallerine baktım, gözlerine, ellerine, ağızlarına… babam, abimi yakalayıp havaya atıp tutarken annem, ay düşüreceksin çocuğu diye çırpınıyordu. ablalarım, annemin eteğine yapışmış gülerek izliyorlardı bu lunaparkvari eğlenceyi. her şey bu kadar eğlence içinde sürecek sanırken cinim diğer elinin serçe parmağıyla ocakta kaynamaya yüz tutmuş çorbaya bir tutam pembe toz karıştırdığını gördüm, bunu yaparken bana da bir göz kırpmayı ihmal etmedi. tozu içine emen çorba tüm ailenin mutluluk resminde yer almak istercesine kabararak tencerenin iki katına ulaştı, tepe noktasına geldiğinde artık yer çekimine yenik düşerek tencereyi de içine alacak biçimde ocak sathına yığıldı. “cooofffff” diye bir ses çıktı, herkes yerinden sıçramıştı bu sesle, ama hepimizi asıl zıplatan annemin çığlığı ve arkasından gelen çorbamı taşırdınız, sabahtan beri karıştır karıştır canım çıktı, bak gördünüz mü şimdi, hadi bakalım ne yiyeceksiniz, çıkın dışarı, çıkııın diye devam eden dırdırları oldu. babam ve kardeşlerim kahkahalar atarak koşuşturarak mutfaktan kaçtılar. ben annemle kaldım…

cinim iki elini kavuşturdu, parlaklığı azalttı. göz göze geldik. cinimin gözlerinde annemin elini yine başımda hissettim. cinimin bana hazırladığı bu akşamı muhteşem bir finalle kapatacağından emindim. o akşam mavi leğende uyuyacağımı biliyordum.

Hiç yorum yok: